--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

-----------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

İNSANLIĞIN MEZHEBİ YOKTUR

Geçmiş zaman...

Sene 2008, diye hatırlıyorum...

Garibanlık diz boyu, üniversite okuyorum.

Çok kitap okumanın neticesinde, bir Ağabey’imizin teşviki ile yazmaya başlıyorum ve genel olarak tüm yazarların ilk zamanlarında görülen bir şekilde, şiir yazmaya başlıyorum.

“Şair yazınca şiir oldu, şiir yazınca şair oldu.” diye bir şiire de imza atıyorum ki şahsımı yazarlık yönünde teşvik eden Ağabey’imin çok hoşuna gidiyor, bu şiir.

Gel zaman, git zaman, şairlik işine yoğunlaşıyorum.

O zamanlar başat rol oynayan kilit noktadaki fikir adamlarımız; İstiklâl Marşı’nın yazarı, Milli Şair’imiz Mehmet Akif Ersoy, Milliyetçi- Mukaddesatçı Camia’nin Üstad’ı Necip Fazıl Kısakürek ve davası uğruna; anadan, babadan ve yârdan geçen, Osman Zeki Yüksel, nam-ı diğer Serdengeçti.

Tabii ki yazdıklarımızda bu mütefekkirlerin ziyadesi ile etkisi bulunmakta ve bu etki şiirlerimizde net bir şekilde görülmektedir.

Aradan geçen zaman ile birlikte fikri boyutta büyük bir evrim geçiriyor, Üstad’ı bulunmuş olduğu makamdan azlediyoruz; lâkin bu O’nun edebi noktadaki tavan pozisyonuna zerre dahi zeval vermiyor.

Bu şairlik merakı yoğunlaştıkça, elimde bu şiirlerin topluca olduğu, bir eserim olsun istiyorum.

Yatıyorum, kalkıyorum; devamlı ilham geliyor, bir şeyler karalıyorum.

Sponsor bulmak için, canhıraş bir şekilde çaba harcıyorum, ama nafile.

İstanbul- Bursa- Kütahya arası mekik dokuyorum, lâkin bir gencin elinden tutabilecek bir tane yürekli şahsiyet bulamıyorum.

O dönemler Ülkü Ocaklı’yız... Hem de sıkı bir şekilde. Ocak bizim ikinci evimiz. Orada yatıyor, orada kalkıyoruz. Hamız, yanmak ve pişmek istiyoruz, Elhamdülillah...

Ocak’taki dava arkadaşlarım ve dava büyüklerim ile bir karar veriyoruz ve neticesinde bir “Türkü Gecesi” tertip edip, tüm ilçede nazımızın geçtiği kişilere bilet satıyoruz. Oradan toplanacak olan para ile de bir şekilde kitabı basacağız.

Geceyi düzenleyeceğimiz mekân, kıymetli bir dava arkadaşımın mekânı. Kendisi aynı zamanda bağlama çalıyor, kendi çapında bir sanatçı.

Mekân bizim... Bizim de bir giriyorum, içeride kara kuru yaşlı bir dayı, almış eline bağlamayı, Ahmet Kaya’dan bir eser okuyor. Tabii biz bu konuda çok hassasız. Değil yanımızda Ahmet Kaya dinlemek, herhangi bir sol ideolojiden birini dahi yanımızda dinlemek için, büyük bir yürek gerekir. Hemen bitiriyorlar türküyü. Sevgi ve saygının vermiş olduğu bir tedirginlik neticesinde.

Dayının yanına gidiyorum...

Nereli olduğunu soruyorum. Tokatlı bir Alevi olduğunu söylüyor. Başlıyoruz derin bir muhabbete...

Dayı diyor ki ağlamaklı bir eda ile “ben bizimkilere çok kızıyorum, yahu siz nasıl olur da Cami’ye gitmezsiniz? Hazret-i Ali nasıl öldürüldü bilmiyor musunuz? Cenab-ı Allah’a her zaman dua ederim, derim ki “Allah’ım, hani sevdiğin insanları cennete koyacaksın ya beni de o cennetin kapısına bekçi yap, ben içeri girenlerin ayakkabılarını düzelteyim, o bana yeter.”

Tabii bunları anlatırken, gözlerinden sicim gibi yaş dökülüyor.

Duygulanıyorum...

Allah adına...

“Gel dayı diyorum, seni öpeceğim ve sarılacağım.”

Dayı, daha da derinden sarsılıyor.

“Beni mi?” diye soruyor.

“Tabii ki seni dayı.” diyorum.

Sarılıyoruz ve müthiş bir gönül bağı kurup, ayrılıyoruz.

O Alevi imiş, ben Sünni, hepsi bir anda ortadan kalkıyor.

Kim adına?

Allah adına. Peki Allah’ın istemiş olduğu ne? İnsanlık... Bu vesile ile Allah adına olan, insanlık adına da oluyor aynı zamanda.

Tabii ki bizim Sünni’liğimiz o zamanlar geçerli idi. O zamanlar “Sünnilik Dini”ne mensup olmuş olduğum hâlde, böyle bir ayrıma gitmiyordum. Şu an ise hiçbir mezhebin yanında olmadığım gibi, karşısında da değilim.

Karşısında olduğumuz şey, mezhep değil, mezhepçilik taassubudur.

Şimdi bu ayrımı yapanlara karşı buraya onlarca Allah’ın Yüce Ayet’ini sıralarım; lâkin onların gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar, kalpleri vardır, kalplerine perde inmiştir. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta hayvanlardan daha da aşağıdırlar. Bunlar gafillerin ta kendileridirler. Velhasıl, Allah, sapıklıkta ısrar edenleri, doğruya kılavuzlamaz.

Farklılıklar, zenginliklerimizdir. Hem Cenab-ı Allah İman Atlası’mız olan Yüce Kur’an’da buyurmuyor mu “dileseydim sizi tek bir millet olarak yaratırdım.” diye. Öyle ise farklılıklarımızı ayrışma sebebi olarak değil, kaynaşma sebebi olarak ele alalım, vesselâm.

Yazının Dibi; şimdi, Alevi ve Sünni ayrımı yapan, Kur’an fukaralarına soruyorum:
Peygamberler Efendisi Hazret-i Muhammed, Alevi miydi, yoksa Sünni mi?

Selâm, sevgi ve muhabbet ile...

BURAK KILIÇASLAN


YORUM EKLE


         Kirkagac.Net