--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

-----------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

İSAR PERSPEKTİFİNDE FETİH ŞUURU

“Letüftehanne’l Kostantıniyyete, ve le ni’mel emrü zâlike’l emr, ve le ni’mel ceyşü zâlike’l ceyş”
Yani: “Kostantiniye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden komutan ne güzel komutan.” 

Buyurmuştu Allah resulü. Bu işaret 9 asır boyunca İslam devletlerinin nişanı olmuş o methe mazhar olabilme tutkusu Eyyüb el Ensari hazretlerinden Emevi ve Abbasilere, Çakabey’den Selçuklulara ve birçok Osmanlı sultanına kadar her devirde İslam kumandanlarının gönüllerini titretmişti.

Devasa ordular tarafından defalarca kez kuşatılmasına rağmen Konstantin surları aşılamamış, İstanbul fethedilememişti. 857 sene süren heyecan dolu bekleyişin ardından 22 yaşındaki edep timsali, âlim bir Sultan son kez dayanıyordu aşılmaz sanılan surlara…

İslam tarihinin büyük Fatih’leri fetihlere hep gönüllerden başlamışlardı. Gönüllere aşk düştükten sonra susuz çöller de geçilirdi, kayıksız denizler de aşılırdı. Mesele dertle yanmasındaydı vicdanların, mesele bam teline dokunabilmekteydi insanların… 

Hepimizin bildiği ancak tarih satırlarında haksızlık yaptığımız gizli kahramanlardandır Alperenlerimiz. Yıllarca filmlerde, hikâyelerde, romanlarda hep eli kılıçlı iriyarı zorba adamlar olarak gösterilip anlatıldılar bize. Bu yiğitler yıllar öncesinden fethedilecek yörelere akın eder ve ordular surları aşmadan sınırlara girmeden çok önce insanların kalplerine girerlerdi, tıpkı Mus’ab bin Umeyr ve dört bir yana at koşturan nice sahabe efendilerimiz gibi.

İşte bu yüzden Anadolu’nun bir ucundan gireli henüz 20 sene olmamışken en batısına ve Avrupa kıyılarına kadar kolaylıkla gelebilmiştik. Kalpleri fethedilen insanlar kılıçla değil sevgiyle karşılamış ve birçok defa kurtuluş çaresi görerek kucak açmışlardı İslam Ordularına. 1071de Malazgirt’ten Anadolu’ya girişin 10. Yılında İzmir ve henüz 20 sene geçmemişken Çanakkale ve Trakya zapt edilmişti. Bu kadar büyük bir alanın 20 sene içerisinde cebren ele geçirilmesi günümüz teknolojisi, ulaşım şartları ve silahlarıyla dahi mümkün görünmüyorken, sadece kılıçla alındığını iddia etmek tuhaf… 

Bunun yanında fetihler insanları kazanarak, işgallerse insanları kazıyarak yapıldığı içindir ki işgaller geçici fetihler ise kalıcıdır. İslam tarihi boyunca devletler millet isimlerine sahip olsalar da din ortak paydasında ki insanlar Rıza’yı İlahi için kol kola yürek yüreğe kardeşçe birlik içerisinde olmuş, aynı değerler uğruna canlarını ve mallarını Allah’a satmışlardı. Gittikleri beldelere sevgi taşımış, adalet dağıtmışlardı. 

Şimdi örnek aldığımız Avrupai devletlerin düşünürleri ve yazarları hayallerinde tüllendirdikleri ütopyayı romanlarında anlatırlardı. Osmanlı topraklarını ziyaret eden seyyahlar masallarda okudukları ütopyanın dünya üzerinde var olduğunu ve düşledikleri sıcacık sulh ortamının Osmanlı topraklarında yaşandığını defaatle itiraf etmek zorunda kalmışlardı.

Onlarca ırk ve onlarca farklı inanç sahibi insanı bir arada kardeşçe yaşatan neydi ki? Gayrimüslimlere ibadetlerinde hiçbir zorlama yapamayıp onları inançlarında özgür bırakan Sultan Fatih’in ve İslam’ın engin hoşgörüsündeydi mesele. İnsanlara samimane yaklaşmadan irşad yapılması Müslüman değil ancak olsa olsa münafık yetiştirebilirdi bunun bilinci içerisinde; insanların inançlarına saygı duyarak anlatmışlardı, yaşayarak ve yaşatarak göstermişlerdi İslam’ı.

***

Mekke gibi kutsal bir şehrin fethinin kansız ve savaşsız gerçekleşmesini istiyordu insanlığın iftihar tablosu, zira fethin ardından fatihler ve kureyşliler birlikte yaşayacaklardı. Birbirinin babasını öldürmüş yahut boğaz boğaza hınca hınç savaşmış kişilerin aralarında samimi bir birlikteliğin olması güç görünüyordu. Resulallah istediği gibi savaşsız teslim almıştı Kâbe’yi müşriklerden. Mescidi harama girişi tam bir tevazu ve edep örneğiydi; Bineğinden inmiş, başı önünde yürüyordu Beytullah’a. 

Fethi Mübin’in ertesi günüydü namazın ardından Efendiler Efendisi (sav) Kureyş halkına hitap ediyordu, bugüne kadar onlardan gördükleri işkenceleri ve eziyetleri anlattı ardından Kâbe’de toplanan halka seslendi;
“Ey Kureyş topluluğu, şimdi size ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?” 

Kureyş hep bir ağızdan: 
“Biz senden hayırla davranmanı bekliyoruz. Sen kerim bir kişinin oğlu olan kerim bir insansın!” 

Bunun üzerine Resûulllah (sav) şöyle buyurdu: 

“Ben de Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi şöyle diyorum: ‘Bugün size bir kınama yok, haydi gidin, serbestsiniz!’” 
Onları affetti ve ona çektirilen onca yıllık çileye rağmen merhametin ne olduğunu kureyş halkına ve kendi ashabına gösterdi. Mekke dünyanın kalbiydi, dünyanın kalbini fetheden Allah elçisi adabıyla ve affediciliğiyle de Mekke halkının gönlüne girmiş henüz çok vakit geçmeden çoğu kureyşli İslam’ı isteyerek kabul etmişti…

***
İslam ve Osmanlı tarihi boyunca esen bu kardeşlik rüzgârları nasıl oldu da son buldu?
Çekirdeğimizde ve özümüzde zerre miktar bulunmayan bu kin, garez ve öfke nereden geldi de yerleşti içimize?
Bilemiyorum… Ama içinde bulunduğumuz bencil zihniyetten, dünyevi sevdalardan kurtulana kadar o ihtişamlı devirler hep tarihin tozlu raflarında kalacak. Ancak yaşatmak için yaşayarak arzu ettiğimiz ve hep dillendirdiğimiz huzur ortamına sahip olabiliriz.

Küre’i arz üzerinde yükselen her ahu figanda yetimler, garipler bize sesleniyor; mazlum beldelere inen her top güllesi bizim şerefli tarihimize ve namusumuza iniyor. Osmanlı’nın torunları olarak ancak bizim varlığımız teselli kaynağı oluyor dünyanın dört bir yanında kan ağlayan kardeşlerimize. Her gece tekrar dirileceğimiz ümidi ayakta tutuyor yaralı bedenleri, bir asır önceki sekine ve huzur ikliminin hikâyeleriyle uyutuyor anneler bebeklerini ve bizim tekrar gideceğimiz günü bekliyorlar kan, revan ve gözyaşları içerisinde...

Ateş düştüğü yeri yakmıyor işte; ateş nereye düşerse düşsün vicdanını hala kaybetmemiş, özüne özlem duyan yürekleri yakıyor…
İstanbul’un Fethinin 561. Yılında; Çağın Akşemseddin’lerini, Fatih’lerini, Ulubatlı Hasan’larını ve İstanbul’un manen ikinci fethini heyecan ve hasretle bekliyorum…

Yüce ve kutlu Şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, gençliğimizin Fatih ruhunu tekrar kazanmasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum…

Muhammet Demirci
YORUM EKLE
YORUMLAR
Müberra Demirci
Müberra Demirci - 9 yıl Önce

tebrik ederim.

BALKANLARDAN..
BALKANLARDAN.. - 10 yıl Önce

tebrikler aslan kardeşim. eline, yüreğine sağlık. çok güzel bir yazı kaleme almışsın. başarılarının devamını cenab-ı allah'tan ni̇yaz ederi̇m.

sarajevo'dan
sarajevo'dan - 10 yıl Önce

hayırdır zorunamı gitti ?? sana dokunan paralel birşeyler mi var ??

fatih bülbül
fatih bülbül - 10 yıl Önce

yine çok güzel yazı yazmışsın muhammed kütahyadan selamlar

Yine mi
Yine mi - 10 yıl Önce

bu paralelci çocuk yine yazmış..


         Kirkagac.Net