--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

-----------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

Türkeş, Özal, Yazıcıoğlu, Erbakan…

Aradan tam 21 yıl geçmiş, ama dün gibi hatırlıyorum. Bundan 21 yıl önce karlı bir nisan günü yüz binlerin katıldığı bir törenle defnetmiştik Alparslan Türkeş’i.

Vefatından kısa bir süre önce Akşam’ı ziyarete gelmişti. Uzun uzun sohbet etmiştik. “Hak, haklının değil, hak güçlünün günümüz dünyasında” demişti:

-Hakkımızı korumak için güçlü olmak zorundayız.

Söz ABD’ye geldiğinde “Büyük Devlet” değerlendirmesini yapmıştı:

-Amerika ile kavga edilmez, meseleleri uzlaşarak götürmek zorundayız.

Bugün yaşasaydı eğer, sanırım büyük mutluluk içinde olurdu. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatları ile gurur duyardı. Çünkü, gücünü ortaya koyup, hakkını alan ve hak dağıtan bir Türkiye en büyük hayaliydi Türkeş’in.

Rahmetli Türkeş’in tutukluluk günleri yoldaşıydım. Türkeş, Askeri Mevki Hastanesi’nde “tutuklu” sıfatıyla yatıyor ve tedavi görüyordu. Ben de kısa dönem er olarak askerlik görevimi yaparken hastaneye yatmıştım. Tabip Binbaşı Selim Kaptanoğlu, her ikimizin de doktoruydu. Koğuşum odasının hemen yanındaydı. Geceleri, el ayak çekilince geç saatlere kadar koridorda volta atıp, sohbet ederdik. Konuşmalarımızın tamamı da ülke meseleleri üzerine olurdu.

İdam istemiyle yargılanıyordu o günlerde…

Darbecilere kızıyor, buna rağmen Silahlı Kuvvetleri ayrı tutuyordu. Hep “Ordu bizim ordumuz, asker bizim askerimiz” diyordu:

-Sahip çıkmak zorundayız, zedelenmesine izin veremeyiz.

Muhteşem bir hafızası vardı. “Devlet-Millet” diyor, “ülke” diyor, “bayrak” diyor, tarih, gün ve hatta saat vererek, yaşadığı tecrübeleri anlatıyordu. O şartlar altında bile Türkiye’nin menfaatlerini düşünüyordu.

Türkeş, ülkücüler için bir efsaneydi…

Bir gün odasına girdiğimde gözleri yaşlı gördüm kendisini. Şaşırmıştım, o koca efsane adam ağlıyordu. Yakalandığını düşünüp, elindeki bir fotoğrafı benden saklamaya çalışıyordu. O fotoğraf ise, oğlu Ahmet’in fotoğrafıydı. Adı Alparslan Türkeş olsa bile o da bir babaydı!.. Ben de uzun yıllar süren ilişkimiz sırasında hep baba şefkati gördüm kendisinden. Hiçbir zaman o duruşunu bozmadı.

***

Turgut Özal’ı Türkeş’ten 4 yıl önce kaybettik. Necmettin Erbakan ise, 2011’de vefat etti. Türkeş kadar olmasa bile, onları da yakından tanıma imkânı buldum.

Hepsinin “şefkat” kelimesi çevresinde birleşen ortak özellikleri vardı:

Erbakan, tam bir beyefendiydi. Son derece kibar ve nazik bir insandı. Haksızlık karşısında isyan ederken bile o nezaketini bozmazdı. Özal zaten “tonton” olarak adlandırılan bir siyasi figürdü. Muhabirlik yıllarımızda O da bize, bir baba şefkatiyle yaklaşırdı. Bu özellikleri siyasi tavırlarına da yansımıştı…

Hiçbir zaman çirkinleştirmediler siyaseti. Rakiplerine son derece sert eleştiriler yöneltirken bile belli bir seviyeyi korudular. Ne yalan, ne de hakaret vardı söylemlerinde.

Muhsin Yazıcıoğlu ise dostumdu benim, ağabeyimdi. Zaman zaman dertleştiğim sırdaşımdı. O da farklı bir kişilik değildi. Belli çevrelerin hakkında oluşturmaya çalıştığı algıların aksine, sevgi ve şefkat doluydu.

Rahiplerine karşı bile hiçbir zaman “pusu siyaseti” gitmediler. Hiçbir şekilde belden aşağı vuruşlar yapmadılar. Kaliteyle dokunmuş bir kumaşları vardı hepsinin.

***

Fikirlerini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz…

Buna karşılık Alparslan Türkeş, durup dururken “Başbuğ” olmadı. Necmettin Erbakan, tesadüfler sonucu “Hoca” lakabını almadı. Bugün Muhsin Yazıcıoğlu adından bahsedildiğinde, sebepsiz yere kimse “Dürüst ve güzel adamdı” demiyor. Özal, laf olsun diye rahmetle anılmıyor.

Hepsinin bir duruşları ve ciltlere sığmayacak bir hikâyeleri var. Herkes siyaset yapabilir. Herkes siyasetle yükselip, çok etkili yerlere gelebilir. Hatta Genel Başkan ya da Hükümet üyesi de olabilir.

Ama herkes bir Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan ya da Muhsin Yazıcıoğlu olamaz! Herkes onlar gibi iz bırakamaz. Dün, Türkeş’in ölümünün 21. Yıldönümüydü. Beştepe’deki kabrinin yanından geçtim. Adeta mahşer yeri gibiydi. Binlerce insan Türkeş’i ziyaret etmek için kabrine doğru akıyordu.

Bence budur siyaset ve bunun için yapılmalı!..

Makamlar ve mevkiler geçici. Siyasetten kimler geldi, kimler geçti! Çoğunun adını ve sanını hatırlamıyoruz bile bugün. Geldiler ve gittiler…

Ama Türkeş, Erbakan, Özal ve Yazıcıoğlu gibi isimler iz bıraktılar. O izler de kolay kolay silinecek gibi görünmüyor. Hepsine Rabbim rahmet eylesin…

EMİN PAZARCI
YORUM EKLE


         Kirkagac.Net