Eskiden markete gitmek sıradan bir ihtiyaçtı, artık neredeyse stratejik bir planlama gerektiriyor.
Enflasyon, rakamlardan ibaret değil; mutfakta eksilen peynir dilimi, çocuğun alamadığı kitap, ertelemek zorunda kalınan bir doktor randevusu. Türkiye’de artık hayat pahalılığı sadece ekonomik bir mesele değil, doğrudan insan onurunu ilgilendiren bir yaşamsal sıkıntıya dönüştü.
Resmî verilerle sokakta yaşanan gerçeklik arasındaki makas giderek açılıyor.
Enflasyonun yüzde 70’leri aştığı bir ortamda, maaşlara yapılan zamlar çoktan buharlaşmış durumda. Özellikle sabit gelirli ve dar gelirli kesimler için temel ihtiyaçlara ulaşmak bile her geçen gün daha zor hale geliyor. Tereyağı, süt, yumurta gibi en basit ürünler, birer “lüks kalem” haline gelmiş durumda. Geliri artmayan ama gideri geometrik şekilde büyüyen milyonlar için artık taksitle yaşam bile sürdürülemez halde.
Bu süreç, sadece bir satın alma gücü krizi değil. Aynı zamanda sosyal dokuyu da sarsan bir olgu. Kira fiyatlarının bazı şehirlerde maaşla yarıştığı bir düzende, gençlerin hayata atılma cesareti kırılıyor, ailelerin yükü katlanıyor. Orta sınıf giderek silinirken, toplum ekonomik olarak iki uç arasında sıkışmaya başlıyor: çok zenginler ve ay sonunu getirmeye çalışanlar.
Enflasyonla mücadele salt bir ekonomik politika tercihi değil, aynı zamanda bir irade ve adalet meselesidir. Fiyat istikrarı yalnızca merkez bankalarının görevi değildir; sosyal devlet anlayışı, vergi adaleti, üretim destekleri ve halkın refahını önceleyen bir vizyon gerektirir.
Bu sorunu çözmek için iktidarların ekonomik başarı hikâyeleri değil, vatandaşın sofrasındaki ekmek büyüyor mu küçülüyor mu, ona bakmamız gerekiyor.
Bugün Türkiye’de bir kesim zenginleşirken büyük bir çoğunluk, her gün biraz daha yoksullaşıyor.
O yüzden en gerçek ekonomik gösterge, döviz kuru değil; halkın sofrasındaki ekmek, cebindeki kira parası ve yüzündeki umuttur.
BUKET GÖKCE