Modern çağ, insanı hiç durmadan dönüştüren bir hızın içinde ilerliyor.
Bu dönüşüm, toplumsal yapımızın en köklü unsurlarından biri olan gelenekselliği sessizce aşındırıyor. Bugün artık sadece teknolojinin değil, zihniyet biçimlerinin de yenilenmeye zorlandığı bir dönemin tam ortasındayız. Ne yazık ki bu zorunlu dönüşüm, genç kuşakları da derinden etkiliyor.
Bir zamanlar aile yapıları, bireyi toplumla uyumlu hâle getiren güvenli bir zemin sağlardı. Çocuklar aile içinde kimlik bulur, toplumun değerleri nesilden nesile aktarılırdı. Oysa bugün, eğitimden sosyal yaşama kadar her alanda çocuklarımızı kendi idealimiz doğrultusunda yetiştirmek yerine sistemin kalıplarına teslim ediyoruz. Gençler, kendilerini keşfetmek yerine, sistemin ihtiyaç duyduğu kişilik modellerine göre biçimlenmek zorunda bırakılıyor.
Bu süreçte dijital dünyanın yükselişi önemli bir kırılma noktası. İnternetin sonsuz akışı, hızın ve tüketim kültürünün cazibesi, geleneksel değerlerin üzerine ince ince bir sis gibi çöktü. Eskiden toplumun bireye sunduğu güven, dayanışma ve aidiyet duygusu; yerini yalnızlığa, kırılganlığa ve güvensizliğe bıraktı. Geleneksel kültürün insanı birbirine bağlayan sıcak dokusu zayıfladıkça, gençler kendilerini kişisel psikolojilerini dahi parçalara ayıran bir dünyanın içinde buluyor.
Bugünün gençliği üretmekten çok tüketmeye yönlendiriliyor. Düşünmekten ziyade, başkaları tarafından düşünülmüş olanı kullanmaya alışıyor. Teknolojinin olanakları elbette inkâr edilemez; ancak bu olanaklar, bireyin hayal gücünü körelten bir rehavete dönüşmeye başladığında tehlike çanları çalıyor. Gençler artık hevesle bir şey üretmek yerine, hazır olana uyum sağlamayı daha kolay buluyor.
İşte tam da bu noktada geleneksellik yalnızca bir kültür mirası değil, aynı zamanda bir toplumsal algı meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Gelenekler kişiselleştirilemez; çünkü onların gücü, toplumun ortak belleğinde saklıdır. Bu ortak bellek zayıfladığında, elimizde geriye sadece bir “gelen–eksiklik” kalıyor.
Bugün ihtiyacımız olan, ne geçmişe körü körüne sarılmak ne de modernleşmenin hızında savrulmak. Asıl gereksinim, gençlerimizin köklerini unutmadan geleceği inşa edebilecekleri dengeli bir alan yaratmak. Gelenek, yenilenmenin düşmanı değil; tam aksine, sağlıklı bir dönüşümün en önemli dayanağıdır.
Toplum olarak sorumluluğumuz, gençleri geçmiş ile gelecek arasında sıkışmışlığa mahkûm etmek değil; onlara yön bulabilecekleri güçlü bir kültürel pusula sunmaktır.
Buket GÖKCEK & Uğur TÜTÜNCÜ