--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

--------------------------------------------------------------------

-----------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

------------------------------------------------------------------------

İNSANLIĞIN ÖLMESİNİ İSTEMİYORUM

Ülkemde cinayet görmek istemiyorum. Ülkemde, yok oluş, yangın, intikam, taciz, dehşet ve vahşet görmek istemiyorum.
Artık hızla sürüklendiğimiz bu anafordan çıkmak, sığ sularda yüzmek, insan gibi yaşamak istiyorum.


İnsanlığımdan utanmak, çocuklarıma açıklayamadığım durumlara şahit olmak istemiyorum.
Gözlerimi kapasam, kulaklarımı tıkasam da görmek zorunda kalıyorum. İçime kazınan tüm benliğimi saran;  “anne ölmeni istemiyorum” diyen çocuğun sesi, “ölmek istemiyorum” diyen annenin sesi.
Yeryüzünde bundan daha acı bir söz işitilmiş midir?


Evet işitilmiştir. Eşrefi mahlukat özelliğini çoktan kaybetmiş insanlık, binlerce yıldır kan dökmeye hep hevesli olmuştur. Mazlum nefesler bu çığlıkları hep haykırmıştır.
Akşamları sabırsızlıkla dizi filmleri çılgınlar gibi izleyen bu millet, gerçekleri izlerken silkinip kendine gelmelidir.
Artık nasıl bu hale geldik, sorgulamalıdır.

Yıllardır izlediğimiz Yeşilçam filmlerinde, bir tokatla yerlere serilen kadınları izlemedik mi? Silahlar ardarda kurbanlara boşaltılırken, aile dramlarının, ayrılıkların, aldatılmaların cezası ekranlarda kesilirken, yargısız infazın, intikam duygusunun işlendiği heyecanlı sahnelerde ekrana yapışılırken, bizimle beraber bunları izleyen çocuklar işliyor bu cinayetleri.

Adam olacak çocuklar adam olmadı ne yazık ki! Katil oldu birçoğu! İstediğiniz kadar yaş sınırı koyun ey yetkisiz yetkililer! Yedi yaşında izleyince zarar veriyor da sanki on yaşında izleyince hiç zarar vermiyor mu bu filmler?
Mağdurları, şiddet gören kadınları, senaristler nasıl yargıladıysa biz de o yönde yargılamadık mı?
Hak etti, evi terk etti, eşini aldattı, eşine karşı geldi, yuvasını terk etti, aldattı, delirdi ve benzeri yargılamalarla zaman harcamadık mı?
Yerli ve yabancı dizi sektörüne milyarlar kazandırırken, zamanımızı boşa harcarken hiç bu kadar üzülmedik. Dizinin gelecek bölümünü, fragmanları dört gözle bekledik.


Altın günlerinde, dizilerin senaristlerinin kulaklarını çınlatırken, günün birinde izlenenlerin gerçeğe dönüşeceği aklımıza gelmedi.  Ya ruha ve zihne şifa olacak, sanat ve estetik yönümüzü güçlendirecek şarkılara ne demeli. Müzik, hayatımıza anlam katar elbette. Ama, bilinçaltımıza etki eden, sürekli olarak dinlenen şarkılar da ruhsal sıkıntıları tetikleyebiliyor. “Ya benimsin ya toprağın”
“Seni ellere yar etmem”
“Bizi ölüm ayırır”


Ve daha birçok örnek bizi fark etmeden esir alıyor. Artık şiddet kanıksanıyor, hayatın gerçeği olarak kabul ediliyor.
Ekran karşısında görüntü izleyen beynimiz, yorum ve enerji harcama gereği duymuyor. Şu bilimsel bir gerçek ki; hazır ve hızlı sunulan görseller beyni tembelliğe itiyor. Oysa; reyting uğruna canavarlaşan haber bültenleri ve dizi sektörü yerine, gazete ve dergiler okuyarak bilgi edinsek, o harcanan vakti kitapla değerlendirsek, belki bu vahşetler yaşanmaz.


Anneler ölmemek için yalvarmaz, çocuklar da annesine ölme yalvarmaz. Bazı vicdansızlar sanal görüntü canavarlığıyla; insanlar can çekişirken görüntüye almaz, birileri ölürken, video ile canlı yayın yapmaz.
Eyy insanlık biraz vicdan. Biraz merhamet dileniyorum.


Ölüm çok acı, insan hayatında iz bırakan bir olay. Yakınını kaybetmek, böyle bir acı yaşamak insanı başka türlü düşünmeye itiyor.
Birçok insan en sevdiğini, canını, ciğerini kaybetti. Hastane köşelerinde gözyaşı döktü.

Dökenler beni çok iyi anlar. Dökmeyenler, yaşayınca anlar..
Ben de hastane kapısında o çocuk gibi yalvardım bir zamanlar. “Ne olur ölme, ne olur ölme” dedim.


Annem diliyle söylemese de, gözleriyle ölmek istemiyorum dedi. İnanın biri bana sarılmak yerine görüntü almaya çalışsaydı, ömür boyu affetmezdim onu. Keza, bu kadar elinde telefon görüntü almak için yarışan insanlara sormak gerek. İlk yardım hakkında ne biliyorsunuz. Kanama nasıl durdurulur, yaralıya nasıl müdahale edilir, acil yardım mı önemlidir, sosyal medya mı?


Yürekler bu kadar kararmışken, çocuklarımıza nasıl bir miras bırakacağız. İstediğiniz kadar öğüt verin. Çocuklar taklitle öğrenir, sizi ve bu canavar medyayı taklit ederek büyüyorlar. Onlara rol model oluyoruz her halimizle. Ölümü de yaşamı da sanal medyadan anlamaya çalışıyorlar. Birçok önemli olayda olduğu gibi bunlar da unutulacak. Artık sanal alemden gerçek aleme dönme zamanı geldi.


Bindiğiniz dalı kesmeyin lütfen. Lütfen ne yapabiliriz diye kafa yoralım. Önce  şu paylaşımlarımıza çeki düzen verelim. Psikopat ruhlu insanların, şöhret meraklısı insanların ekmeğine yağ sürmeyelim. Unutmayın ki; biz yetişkinlerin kanını donduran görüntüleri izleyen çocuk ve genç nüfus var. Rol model oluyoruz, paylaşımlarımızın altı beğeni aldıkça ellerimiz tekrar paylaşımlara gidiyor. Paylaşımlara enerji ve zaman harcadığımız kadar, ne yapabiliriz sorusunun cevabına zaman harcayalım.
Başka ne yapabiliriz?


Biraz da siz düşünün, şu kırık ve acılı kalbim o kadar hassas ki net bir çözüm bulamıyorum.  
Sadece çözüm bulmaya davet ediyorum. Benden daha akıllı, ferasetli, kalemi, kelamı kuvvetli insanları düşünmeye davet ediyorum.
Slogan insanı olduk. Anlamakta güçlük çekiyorum. Neden bu kadar üşengeç davranıyoruz, çocuk yetiştirmekte üşengeç, ağaç dikmekte, yardım eli uzatmakta üşengeç, kitap okumakta üşengeç, cümle kurmakta, düşünmekte üşengeç. İyi ki şu sosyal paylaşım siteleri icat edilmiş. Hemen bir etiket yap, hemen simge yerleştir. “#” bunun yanına en kısa kelime koyma yarışı.


Edebiyat hayatın kendisidir. Duyguları en güzel ve yalın bir şekilde ifade etme sanatıdır. Sanat nedir? Ruh inceliğidir, sanatı, ruh inceliğini, edebiyatı terk edip, simge ve sloganları hayatımıza soktuğumuzdan beri bizden sürekli bir şeyler eksiliyor.
Evet kızgınlık ve kırgınlık kalemime öyle yansıdı ki; cümlelerin hızına yetişemiyorum. Aklımdakileri kaybediyorum.
Ben neden bahsediyordum? Ha şimdi hatırladım, üşengeçlik ve tembellikten. Evet; kumanda kapmakta ve kanal değiştirmekte, tıka basa yemek yemekte, içmekte, gezmekte, eğlenmekte, dedikoduda, oyun oynamakta atılgan ve çalışkanız.


Başka ne yapabiliriz, düşünürsek, bu acılı anlarda bir çözüm yolu buluruz. Her şeyi unutan bir millet olduk, lütfen acılar tazeyken çözüm üretelim. Nice kadın ve çocuk haberleri geldi geçti, hangisi hafızada kaldı? Bu da unutulmadan kirlerimizden arınalım!
Biz köklü bir milletiz, binlerce yıl önceye kazınmış bir kültür ile yoğrulduk. Ruhu ince bir milletin torunlarıyız. Şiir gelenekleri ile hayatın her anını anlamlı kılmışlar, destanlar, masallar, türküler üretmişler bizlere miras bırakmışlar. Peki biz ne miras bırakacağız geleceğe? Şiddet mi, kadın ve çocuk dramları mı?


Her şeyi olduğu gibi dini ve manevi duyguları da sloganlaştırdık. Biz, Mevlana’ların, Yunus’ların, Karacoğlan’ların torunlarıyız. Tasavvufun incelikleriyle beslenmişiz. Manevi dünyamızı nasıl zenginleştirebiliriz, gönlümüzü nasıl besleyebiliriz? Kafa yoralım. Bir şeyler ters gidiyor, alarm çalmaktan ziyade arık felakete sürükleniyoruz. Merhamet duygusu, sevecenlik, kendini başkasının yerine koyma, affetme ve insani duyguların hepsi gökten zembille inmiyor. Allah sevgisi diyoruz, vatan, iman diyoruz bunlar da bir kaynak ve aile ortamından, çevreden beslenmeyince birden gönülleri kaplamıyor. İşin içine siyaset katmadan aksayan yönler masaya yatırılıp, çözüme kavuşturulması gerek.
Toplumda ruh hastalığı belirtileri gösteren insanlar bilinsin, tedavi yöntemleri daha işlerlik kazansın.


Nasıl olursa olsun, okuyalım, kısa yol ve simgeleri bırakıp, uzun, ruha ve derine inen cümleler kuralım. Sevmekten ve acımaktan usanmayalım. Artık sanatı ve okumayı hayatımıza sokalım. Şu ruhlarımızı inceltmek için elimizden geleni yapalım.
Bir düşünelim, çok değil, daha elli altmış yıl önce, küllerinden doğan, ayağa kalkmaya çalışan insanlar yaşardı bu topraklarda. Yüz yıl önce çok daha çileyle yaşamaya çalışan, ortalama ömürleri kırk-elli yıl olan insanların torunlarıyız. Ne oldu da biz böyle şımardık. Ne oldu da hafıza ve vicdan kaybına uğradık.


Zaman mı suçlu, canlı bir varlık olmayan televizyon mu suçlu, hayatı kolaylaştıran teknoloji mi suçlu?
Yoksa bu nimetleri düzgün kullanmayan, hazıra konan, üretim yerine tüketim çılgını olan biz insanlar mı?


Lütfen yardım edin, yalvarıyorum. İnsanca “Yaşamak İstiyorum.” İnsanlığımızın ölmesini istemiyorum.

RAHİME ALCAN

YORUM EKLE
YORUMLAR
Saniye Durmaz
Saniye Durmaz - 5 yıl Önce

Yüreğine sağlık arkadaşım. Toplum olarak uyuşmuşluğumuzu ne kadar güzel anlatmışsın.


         Kirkagac.Net