Yerli dizilerde kadın olmak: Ya intikam peşinde bir mağdur ya her şeye rağmen “fedakâr” bir anne, ya da kötülüğü meslek edinmiş bir entrika makinesi… Bu üçgenin dışına çıkabilen kadın karakterler hâlâ bir elin parmaklarını geçmiyor. Oysa sokakta yürüyen her kadın, bu klişelerin ötesinde bir hayatın, bir çatışmanın ve bir varoluş mücadelesinin taşıyıcısı. Peki, neden ekranlarımız hâlâ bu kadar sığ?
Kadın karakterlerimiz genellikle “anlatılan bir hikâyenin nesnesi” olarak yazılıyor. Başrol bile olsa hikâye ona yapılanlar etrafında şekilleniyor. Tecavüze uğruyor, aldatılıyor, terk ediliyor, şiddet görüyor ve sonra ya “güçlü kadın” diye parlatılıyor ya da “delirmiş kadın” olarak ötekileştiriliyor. Dönüşümü bile dış faktörlerin dayatmasıyla oluyor. İç çatışması, bireysel kararı, ideolojik sorgusu yok. Hâlâ bir erkeğin eyleminin yankısı olarak var.
Geçmiş yılların Yeşilçam kalıplarını hâlâ sırtında taşıyan televizyon yapımları, kadını bir “ahlak terazisine” koyup tartmaya devam ediyor. Eşini aldatırsa kötüdür, affederse melektir. Çocuk doğurmazsa eksiktir, ama anne olursa tanrıçadır. Hem çalışkan hem güzelse dengeleri bozar ya kariyerini feda etmeli ya aşkını. Kadınlar, sanki her an sınava giriyormuş gibi, hep bir “doğru kadın” çizgisinde yürümek zorunda bırakılıyor.
Dizilerin kadın karakterleri o kadar idealize ya da şeytanlaştırılmış oluyor ki, gerçek kadına dokunamıyor. Ne sabah yorgun uyanıyorlar ne markette zamlı fiyatlara söyleniyorlar. Kariyerinden vazgeçip küçük bir kasabaya yerleşen kadınlar bile en az iki sezon boyunca topuklu ayakkabı ve makyajla dolaşıyor.
Bir de günümüzün yeni gözdesi: “Güçlü kadın” klişesi. Bu karakterler genellikle ekonomik olarak özgür, ama duygusal olarak hâlâ bağımlı yazılıyor. Erkekle eşit görülüyor ama yalnızca erkek gibi davrandığında. Bağırıyor, masaya yumruk vuruyor, içki içiyor, ama tüm o gücün arkasında bir “erkek travması” yatıyor. Yani aslında yine kendisiyle değil, erkekle tanımlanıyor.
Elbette istisnalar yok değil. Dijital platformlarda, bağımsız yapımlarda, sinema kökenli senaristlerin kaleminden çıkan daha derinlikli kadın karakterler görmeye başladık. Fakat bu karakterler hâlâ niş ve cesaret istiyor. Çünkü kadın gerçeğini anlatmak, reyting garantisi değil.
Kadınların artık sadece “güzel”, “kırılgan”, “sabırlı”, “fedakâr” ya da “şeytani” değil; çelişkili, sıradan, güçlü, kırılgan, zeki ve duygusal olabildiği karakterlere ihtiyacımız var. Kadını bir temsil değil, bir özne olarak anlatan hikâyelere…
Çünkü bu hikâyeler sadece kadınlar için değil, bu toplumun aynasına bir nebze daha gerçeği yansıtabilmek için gerekli.
Gerçek kadının sesi sustukça, ekrandaki kadın sesi çoğalıyor. Ama yankı, sesin yerini tutmuyor.
BUKET GÖKCEK
(UZMAN SOSYOLOG PROFESYONEL
AILE DANISMANI FELSEFE ÖĞRETMENİ)